Hikâye çok daha eskilere uzansa da ben en iyi hatırladığım sezondan bir parça ile başlayıp günümüze dek uzanmaya çalışacağım. Çocukluğumla ilgili hatırladığım en güzel şeylerd...

Hikâye çok daha eskilere uzansa da ben en iyi hatırladığım sezondan bir parça ile başlayıp günümüze dek uzanmaya çalışacağım. Çocukluğumla ilgili hatırladığım en güzel şeylerden biri babamla birlikte gittiğim maçlar ve o maçlarda sahada olan takımdı. 2001- 2002 sezonunun sonlarına doğru gelirken Denizlispor alışılan son haftalarda lige tutunan takım hüviyetini sahaya yansıtıyordu. Ligin 25. haftasında küme düşme potasında olan takım sonraki süreçte sekiz hafta üst üste elde ettiği galibiyet serisiyle inanılması güç bir şekilde Avrupa kupalarına katılmaya çok yaklaşmıştı. Nitekim umutlarını son haftaya dek sürdüren takım bırakalım küme düşmeyi ligi averajla Gaziantepspor’un önünde beşinci sırada bitirerek UEFA Kupası biletini cebine koyuyordu. Takımı içinde bulunduğu zor durumdan çıkararak Avrupa kupalarına götüren Rıza Çalımbay şehrin yeni kahramanlarından biri olmuştu.

Aslında sonrası çokça yazılıp çizilen ve bilinen bir hikâye. Rüya gibi başlayan 2002-2003 sezonu Rıza Çalımbay öncülüğünde kurulan mütevazı ama nokta transferlerle dolu bir kadro. Yalnızca bir sezon oynamasına rağmen iz bırakan tecrübeli Alman kaleci Dirk Heinen, sonraları takımın efsanesi haline gelecek kusursuz bir stoper Roman Kratochvil, yanında geleceğin yıldız adaylarından genç Servet Çetin, uzun taç atışlarıyla bilinen bek Ali Tandoğan, Çalımbay’ın Göztepe’den tanıdığı isimlerden Ersen Martin, sezonun yıldız golcüsü Mustafa Özkan ve niceleri…

Lorient maçıyla başlayan UEFA Kupası serüveni Sparta Prag ve Lyon maçlarıyla sürüyor. Her bir turda buraya kadar iyi geldik, bugün bu iş biter diye umutsuzca gidilen maçlardan mucize şeklinde tabir edilen sonuçlarla acaba daha neleri başarabiliriz hayalleri birbirine karışıyordu. Fakat bu güzel rüya futbolun gerçekleriyle tanışılacak dördüncü turda Mourinho yönetimindeki Deco’lu Quaresma’lı kadrosu ile korku salan Porto eşleşmesi ile son bulacaktı. Nitekim Porto o sezon UEFA Kupası’nı müzesine götürerek Denizlispor’un ne kadar başarılı bir takım olduğunu da ispatlıyordu doğrusu. Küçük bir Anadolu şehrinde yaşanan bu rüya gibi sezonun o dönem şehirdeki tüm çocukların futbola ve doğdukları şehrin takımına olan ilgisini oldukça artırdığını anımsıyorum. Babamın iyi bir Denizlispor taraftarı olmasından mütevellit -ne kadar gönlümde diğer akranlarım gibi üç büyükler şeklinde tabir edilen takımlardan birine yer açmış olsam da- sorulan sorularda Denizlisporlu kimliğimi hep ön planda tutuyordum. Öyle ki Denizlispor ile tuttuğum üç büyük takımdan birinin maçı olduğunda kesinlikle Denizlispor’u destekler formamı giyerek tribündeki yerimi alırdım. İşte bu başarılı sezon etrafımda benim gibi olan, düşünen çocuk sayısını da artırmıştı.

Sonraki yıllarda Denizlispor elindeki büyük imkânları, oyuncu satışından doğan gelirleri maalesef doğru kullanamadı. Şehir küçük olunca yöneticisinden masörüne malzemecisinden futbolcusuna herkesle temas etmek çok kolaydı. Hal böyle olunca takım içi dengeleri ve para yönetiminde yapılan hataları dost meclislerinde dinlemek de mümkündü. O yıllarda yakalanan ivme zamanla kaçırılan büyük bir fırsata dönüştü. Yine de Denizlispor bir asansör takım olmadı. Aksine Süper Lig’in gediklisi bile sayılırdı. Her ne kadar hep düşmeme mücadelesi verse de tribünlerde biz bu mücadelenin orta sıra takımı olmaktan daha heyecanlı bir yönü olduğunu bilirdik.

Efsane haline gelen UEFA macerasının ardından benim çok daha iyi hatırladığım bir döneme girmiştik. Yusuf Şimşek, Kratochvil, Tomas, Mustafa Keçeli, Bülent Ertuğrul, Serhat Gülpınar... Henüz kağıt biletlerle maça girişin olduğu yıllardı. Bir başka deyişle Denizlispor seyircisi yeterli ilgiyi göstermediği için maça birkaç dakika kala kapalı tribün girişinden bedava kale arkası bileti bulmanın mümkün olduğu zamanlardı. O dönem babamla her sezon aynı iki koltukta düzenli olarak kombinemizi alırdık. Öyle ki artık kombine komşularımızla güçlü bir iletişimimiz dahi olmuştu. Maçtan önce haberleşip arabaları su deposunun arkasına park ettikten sonra stada doğru beraber yürürdük. Pazar gününe denk gelen iç saha maçları uzun yıllar boyunca babamla hafta sonu rutinimiz olmuştu. Erkenden uyanır, kombinenin geçersiz olduğu bir maçsa ya da bizimle birlikte maça gelecek başka misafirlerimiz varsa biletimizi alır daha sonra stadyumun köşesindeki Çıtır Fırın’a uğrayarak simit ve sıcak ekmeklerle eve dönerdik. Kahvaltının hemen ardından maçın başlamasına saatler varken erkenden stadyuma gider ısınan takımı izlerdik. Eğer takım deplasmandaysa o pazar farklı bir rutinimiz olurdu. Arabaya atlayıp yerel ligde desteklediğimiz takımımız Başkarcı İdman Yurdu’nun -Denizli’deki küçük dükkanımız birkaç sezon bu takımın forma göğüs sponsoru da olmuştu.- amatör kümedeki maçlarını izlemeye giderdik. Kah Akkonak kah Şirinköy Stadı’nda maçlar izlediğimiz olurdu. Fakat en zevklisi Başkarcı Şehit Sami Atlı Stadı’ndaki maçlardı. Ege ağzıyla futbol yorumları dinlemek, küçücük kasabaların devasa taktik dehaları ile tanışmak, Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş’ın kapısından sakatlık nedeniyle döndüğü için otuzlu yaşlarının sonunda amatör kümede top koşturmak zorunda kalan insanların hikâyelerini dinlemek çok eğlenceli bir hal almıştı. Bu pazar rutini babamla yapmaktan keyif aldığım en güzel şeylerden biriydi. Bana kalırsa bu sayede aramızdaki baba-oğul ilişkimiz daha da güçleniyordu. O zamanlar Denizlispor babamla aramızdaki duygusal bağın adeta metaforik bir simgesiydi. Maçtan önce muhtemel kadroyu konuşur rakip analizi yapardık. Maçtan sonra da gece geç saatlerdeki özeti bekler stadyumda izlediğimiz maçın özetini izler tartışmalı pozisyonları konuşurduk. Maç özetleri genelde takımların ligdeki sıralamalarına göre verilirdi ve Denizlispor hep son sıralarda olduğu için programın sonlarına yani geç saatlere kalırdı. Ertesi sabah erken saatlerde okul olurdu ama bu durum beni yine de babamla maçın özetini izlemekten alıkoyamazdı. Okula uykusuz gidilirdi. Hafta içi uygun saatlerde antrenman ziyareti yapılır, takımla birlikte yemek yenirdi. Yaşımın küçük olmasının da etkisiyle futbolcuların arasına karışmamın pek güç olmadığı bir dönemde kaptan Yusuf Şimşek’e “abi” dediğim, Fatih Yiğen’in elinden –çok seviyorum diye- tahin helvası yediğim günler oldu. Hatta olaylı Denizlispor-Fenerbahçe sezon finalinin olduğu 2005-2006 sezonunun başında sırtında ismim yazan formamı tüm takıma imzalatırken formanın sezonun son maçında yıllarca konuşulacak bir olayın aktörleri tarafından imzalandığının farkında bile değildim. O formayı hâlâ dolabımın en kıymetli parçalarından biri olarak görüyorum. Hatta Fenerbahçe karşısında asisti yapan Yusuf Şimşek ile golü atan Mustafa Keçeli’nin imzalarının dip dibe olmasını da kaderin bir cilvesi olarak yorumluyorum.

O sezon takımla bu denli iç içe olmak benim için rüya gibiydi. Deplasmana gitmeden evvel takımı uğurlamaya tesislere gider otobüse binerken futbolcu abilerimle vedalaşır kahvaltı masasından aşırılmış elmayı dişlerdim. Kulübün kurulduğu yıllardan başlayarak uzun yıllar masör olarak hizmet vermiş emektar Hamamcı Osman Amca ile tanışıklığımız da bu döneme rastlıyordu. Kendisinden Jozsef Varga’yı, Deli Bahtiyar’ı (Yorulmaz) öğrendiğim özellikle Bahtiyar Yorulmaz’ın “deli” lakabını neden aldığına dair anılarını dinlediğim oldukça öğretici bir ilişkimiz olmuştu. Osman Amca’yı da kaybetmemizin ardından eski Denizlispor’a ilişkin elimizde çok az şey kaldı. Kazandığı kupaları hurdacıya satan ve bu rezilliği tesadüf eseri bir bahçede saksı olarak kullanılırken bulununca ortaya çıkan bir kulübün tarihine ve değerlerine sahip çıkmasını beklemek lüks oluyor elbet. Neyse, çocukluğumun o güzel günlerden kalan fotoğrafları albümümün en güzel yerinde saklıyorum. İşte o takımın garip bir ruhu bir kimyası vardı. Her sene sıkıntılı bir sezon olmasına rağmen sahadaki takımın ruhu bize takımın bir şeyler yapacağına inandırırdı hep ve yapardı da. O yüzden rahat olurduk. Ta ki bir sezon bu ruhu oluşturan oyuncu grubunun Kratochvil'in Tomas'ın takımdan bir devre arası operasyonuyla ayrılması ve ardından her şeyin darmadağın olup takımın küme düşmesine dek.

Denizlispor küme düşmesinin ardından yaşanan yönetimsel sıkıntılar ve maddi sorunlar nedeniyle uzun bir süre yeniden şampiyonluk için mücadele ettiği dönemlerden çok uzakta Birinci Lig’in son sıralarında lige tutunma mücadelesi veren bir takım hüviyetine bürünmüştü. Bense büyümüş, kilometrelerce uzakta farklı bir şehre taşınmıştım. Yine de inanılmaz sıkıcı golsüz beraberliklerle biten kısır Birinci Lig maçlarını izlemeyi sürdürdüm. Televizyon karşısında Denizlispor’u izlerken çocukluğumdaki takımdan izler arıyordum hâlâ, ama eski günlerdeki gibi olmuyordu asla. Eskisine nazaran teknoloji öyle gelişmişti ki maç özetleri için televizyon karşısında gece yarısına dek beklememe gerek de yoktu. Bütün maçları televizyondan, işim varsa da telefondan canlı olarak izleyebiliyordum ve hâlâ her maçtan sonra babamla saatlerce telefonda maçın analizini yapıyorduk. Yine de eski günlerdeki gibi keyifli olmuyordu tabii ki hiçbir şey. Mesela 2019-2020 sezonu başında takımdaki o ruh eksikliği babamla bizi çok üzüyordu. Sonra yine aynı senaryo devreye girdi ve takımda bir değişiklik ihtiyacı doğdu. Ben yıllardır her hoca değişikliğinde babama Yücel (İldiz) hoca gelsin, Yücel hoca gelse çok iyi olur derdim. Fakat Yücel Hoca ya o sıra boşta olmazdı ya da yönetim hocaya teklif götürmezdi. Üzülürdüm. Bir gün telefonum çaldı, arayan babamdı ve telefondaki ses bana şöyle diyordu:

"Oğlum bu sefer anlaşmışız Yücel Hocayla hadi gözün aydın."

İşte benim ilk kez “o sene bu sene” dediğim an o andı ve belki de Yücel hoca sayesinde öyle de oldu. Denizlispor dokuz sene aradan sonra yeniden ait olduğu yerde Süper Lig’deydi. Şampiyonluğun ardından Yücel Hoca ile sohbet etme şansım olduğunda burada anlattığım çocukluk hikâyemi onunla da paylaştım. Hocaya eski güzel günlerimden bir parça yaşattığı, uzun bir süre sonra babamla bizi yeniden kol kola omuz omuza ağlattığı ve her şeyden önemlisi beni yeniden çocukluğuma götürdüğü için teşekkür ederken ikimiz de duygu doluyduk.

Fakat her güzel şeyin bir sonu vardı ve Denizlispor’un Süper Lig macerası bu kez çok daha kısa sürdü. Pandemi, transferde izlenen hatalı yol, sık sık hoca değişikliğine gidilmesi, menajerlere verilen absürt rakamlar derken “Tarih tekerrürden ibarettir.” sözü bir kez daha karşımıza çıktı ve 2009-2010 sezonunda Hakan Kutlu yönetiminde küme düşen takım tam on iki sene sonra yine Hakan Kutlu yönetiminde küme düştü. (Son haftalara girilirken Hakan Kutlu görevinden ayrıldığı için resmi olarak takım küme düştüğünde teknik direktör koltuğunda Ali Tandoğan oturuyordu.) Bu sonun başlangıcı demek oluyordu.

Yeniden Birinci Lig’e düşen Denizlispor’da uzunca bir süre yönetim boşluğu oldu. Takım tam kayyuma kalacakken devreye giren "akil insanlar", imece usulü bir yönetim kurarak alelacele transferler yapmaya başladı. Takımın ilerleyen süreçlerde transfer yasağıyla karşı karşıya kalacağını bilen yönetim, bu yüzden transferleri uzun vadeli olarak planlamıştı. Kötü başlayan sezon, takımın başına Denizlispor’un eski futbolcularından, şehri çok iyi tanıyan tecrübeli bir isim olan Mesut Bakkal'ın getirilmesi ile birlikte başka bir hal aldı. Takım adeta yeniden diriliyordu. Bakkal yönetiminde alınan üst üste galibiyetler ligde kalmak için yetince yönetim transfer tahtasını açma gereği duymadı. Mevcut kadro ve hoca ile devam edersek başarılı olabiliriz illüzyonu, herkesin gözünü boyamıştı. Fakat sakatlıklar, eksikler ve geciken ödemeler yüzünden kötü başlayan sezon, Mesut Bakkal'ın ayrılığından sonra iyice çıkmaza girdi ve Denizlispor, sezon sonunda tarihinde ilk kez İkinci Lig’e düştü.

Şimdi, uzun bir süredir takımın efsane oyuncularından Bülent Ertuğrul yönetiminde, tamamı altyapı oyuncularından oluşan bir ekiple sezon öncesi hazırlıklarını sürdüren Denizlispor’da yönetim boşluğu sürüyor. Antrenman tesislerinde hayvanların otladığı, çalışanlarının maaşlarını alamadığı ve kayyuma devrolması muhtemel yapısıyla, İkinci Lig’in en iddiasız kadrosu bir zamanlar ligin parmakla gösterilen takımı Denizlispor. Fakat çocukluğumda bana yaşattıklarının hatırına o takımdan geriye yalnızca renkleri ve logosu kalsa da, ben bu kez hayatımda ilk defa İkinci Lig maçlarını takip edecek, ömrümden birkaç saati yerel televizyonlardan kötü açıyla çekilmiş maçları izleyerek harcayacağım. Yine de vazgeçmeyecek bir Tim Hardin şarkısının hatırlattığı gibi -nasıl olacağını bilemesem de- bir rüyaya, umuda sarılmayı deneyeceğim. Çünkü bu şehir ve takım, benden aldıkları ve bana kattıklarıyla hem yara bandım, hem yaram olmayı sürdürecek.